Kitapları insanlara benzetmek, kitap okuma alışkanlığı kazanmakta yardımcı olacak temel bakış açısıdır diyebiliriz. Nasıl ki bir arkadaşınızla anlaşamadığınızda yeni arkadaşlar edinmeyi bırakmıyorsanız veya sevgilinizden ayrıldığınızda (ilk başta bir daha kimseyi hayatıma almayacağım deseniz de) birlikteliklerden vazgeçmiyorsanız okuduğunuz bir kitaptan memnun kalmadığınızda da tüm kitaplara küsmeniz gerekmez. Dünyada ve ülkemizde her yıl milyonlarca kitap basılmaktadır. Bunların içinde mutlaka size hitap edecek bir tür, anlatım tarzı size keyif verecek bir yazar vardır.
Gelecekte beynimize çipler takacak seviyeye ulaşıncaya kadar, şimdilik bilgiye ulaşmanın temel yolu okumaktır ve bilginin önemli kısmı halen internette değil, kitaplardadır.
Özellikle okuma alışkanlığınız yoksa ve kazanmaya çalışıyorsanız bu dönemde polisiye, aşk, çizgi roman gibi türü ve konusu fark etmeksizin istediğiniz kitabı okuyabilirsiniz.
Kitap okumak deyince de bazılarımızın aklına çayımızı/kahvemizi alıp, pencere kenarına geçip, yağmur eşliğinde ayaklarımızı uzatıp saatlerce okuduğumuz unutulmaz anlar geliyor. Böyle okumayı kim istemez? Ancak kitap okumak için bu tarz bir ortamın oluşmasını beklersek çoğumuz kitap okuyamayız.
Günde 15 dakika kitap okumak, ortalama haftada bir veya ayda 3-4 kitaba denk gelir. Bu ise yılda bir küçük kütüphane kitap okumak anlamına gelir. Hiç de küçümsenmeyecek bir gelişme.
Bazen ödev veya mesleki gelişim için zorunlu tutulan bir kitabı başlangıçta istemesek de okumak zorunda da kalabiliriz. Ancak kitap okumak, okul zamanı zorunlu yapılan, okul bittiğinde bir daha hiç akla gelmeyecek olan bir aktivite değil; hayat boyu sürdürülmesi gereken basit bir alışkanlıktır. Özellikle metin kısmı giderek artan sınavlarda başarı kazanmak için de en kısa zamanda kazanılması gereken vazgeçilmez bir alışkanlıktır.
Özgün Ergin
Uzman Psikolog
~ ~ ~
“Buraya kitap okumaya değil, diploma almaya geldik!”
ÖSYS sonuçları ve kontenjan açıkları tartışılması gereken o kadar çok eksene sahip ki kanımca en doğrusu bir “yazı dizisi” hazırlamak olabilir. Bunu düşünecek arkadaşlarım için başlık da önereyim: “Üniversite nereye?”
Veya çok daha güçlü ve vurucu şekilde, “Elveda Üniversite!..”
Böyle bir başlığı bana en çok duyumsatan, sevgili hocam Prof. Bozkurt Güvenç’in öğrenciliği dâhil olmak üzere neredeyse ömrünün 70 yılını verdiği üniversite ortamına “veda”sına sebep teşkil eden bir hadise...
Kendisinden insan nedir, kültür nedir, toplum nedir, bilim nedir öğrendiğim, dolayısıyla öğrettikleriyle bırakın bin yılı sonsuza dek kulu-kölesi olacağım Bozkurt Hoca, 1990’larda emekli olduktan sonra da okumaya, yazmaya, öğrenmeye, öğretmeye devam etmiş, neredeyse asırlık bir üniversite emekçisi...
Daha önce de yazmıştım, ben ondan öğretmenliğin “ebedi öğrencilik” olduğunu öğrendim!..
Bozkurt Hoca çok yakın zamanlara kadar bazı vakıf üniversitelerinde ders vermeye davet edilmekteydi.
En son, özel bir üniversite, farklı disiplinlerden doktora öğrencilerine bir “insanbilim” (antropoloji) formasyonu kazandırma düşüncesiyle ondan ders talep etti.
Hoca, kendisinin “rahle-i tedris”inden geçmiş hepimiz için bir örnek-model oluşturan yöntemiyle, ilk derste dersin temel okuma listesini sunarak kitapların içerik tanıtımını yapmış. Ve hayli “yetişkin” konumdaki 25 öğrencisinin her birinden bu kitaplardan birini okuyup derste ayrıntılı eleştirel değerlendirmeye tâbi tutan bir sunuş yapmasını, sonrasında da bunu bir yazılı rapor haline getirmesini istemiş.
Bu, öğrencinin dersteki başarısını belirleme yolunda temel ölçütlerden biriydi.
Dersten sonra Bozkurt Hoca odasına çekildiğinde kapı çalındı.
Bir öğrenci dersteki öğrenciler adına konuşmaya geldiğini belirterek ona şunları söyledi:
“Hocam, biz buraya okuyup yazma öğrenmeye değil, diploma almaya geldik. Bizim kitap okuyacak vaktimiz olsaydı zaten buraya gelmezdik.”
Bozkurt Hoca ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra, bu kitaplar okunup topluca değerlendirmeye açılmadan böyle bir dersin amacına ulaşamayacağını ve onlara da bir yararı olmayacağını ifade etti.
Bunun üzerine öğrenci kendi “ara çözüm”ünü önerdi:
“Siz zaten bu kitapları okumuşsunuz. Bize bunların bir özetini verseniz, biz de o özetleri çalışıp sınava girsek olmaz mı?”
Hoca’nın cevabı:
“Olur tabii, ama bunun adı üniversite olmaz, medrese olur.”
Öğrenci hiç mi hiç tatmin olmamış bir yüz ifadesiyle çıkıp gitmiş.
Ama bitmedi!
Ertesi gün, üniversitenin ilgili enstitüsünden bir yönetici, muhtemelen kendisinin yaşından çok daha fazla yıl üniversitede ve üniversiteyi “yaşamış” Bozkurt Hoca’yı aramış bu meseleye binaen ve...
“Aman Hocam, öğrenciler bizim velinimetimiz, onlara bu kadar sert davranmayalım! Emeğinizin karşılığını da onlar sayesinde ödüyoruz...”
Demiş!..
Bozkurt Hoca’nın cevabı, teşekkür etmek ve “Artık benim burada yapabileceğim hiçbir şey olamaz” diyerek ayrılma kararını bildirmek olmuş.
Bu, ömrünü bilime, düşünceye, eğitime adamış bir insanın, emekçisi, gönüllüsü, tutkunu olduğu üniversiteye elveda dediği an...
Ama aslına bakılırsa gerçek anlamda “Üniversite”nin bu ülkeye, topluma, hepimize “Elveda” dediği anlardan biri!..
Şimdi kontenjanları sinek avlayan üniversitelere de böyle geldik.
“Çalıştım, okudum, yazdım, öğrendim, anlattım, yorumladım, tartıştım” diyerek değil...
“Bedava mı sandın, para verip aldım” diyerek ortalıkta dolaşan...
“Diplomalılar” üreterek!..
Tayfun Atay
(13 Ağustos 2017)
コメント