top of page

Öğrenmeyi Öğrenmek ve Safsatalar


Öğrenme; okuyarak ya da yaşayarak, bilinçli ya da bilinçsizce, kendinden veya başkalarından alınan bilgi ve duygunun davranış ve düşüncede meydana getirdiği değişikliktir.



Öğrenmeyi öğrenmek ise neyin nasıl öğrenildiğini ve daha iyi nasıl öğrenilebileceğini bilmek ve bu bilgileri kendi öğrenme sürecinde kullanabilmektir. Öyleyse nasıl öğreniyoruz, birlikte bakalım.



Beyin karmaşık bir sinir sistemine sahiptir ve bu sistemi oluşturan milyarlarca nöronun (sinir hücresinin) her biri bir ağacın dalları gibi bağlantı noktalarıyla (sinaps) ve sinir lifleriyle (dendrit) birbirine bağlıdır. Bu bağlantıları sağlayan sinir liflerinin uzunlukları yaklaşık 2 milyon km. civarındadır.



Beynimiz geliştirilebilme özelliğine sahiptir. Yeni bir bilgi edindiğimiz zaman beynimizde farklı nöronlar arasında - elektrik veya telefon tellerine benzer yapıda - yeni bağlantılar oluşur. Bir konuda bilgi ve deneyiminiz arttıkça sinirlerin birbirine bağlandığı ağ yapısı çoğalır; ayrıntılı hale gelir ve bunun sonucu beyin, herhangi bir bilgi veya beceriyle ilgili hatırlamayı daha çabuk yapmaya başlar. Beynimizde nöronlar arsında bağlantılar ne kadar artarsa kişinin anlama kapasitesi de o oranda artar.



Daha önce bilinmeyen yeni bir konuya çalışmaya başladığımızda konuyu öğrenebilme hızımız, beynimizde bu konuyla ilgili geçmişteki öğrenmelerin ne kadar zaman önce ve ne sıklıkta gerçekleşmiş olduğuna bağlı olarak değişir. Eğer öğreneceğiniz bir konu sizin için oldukça yeniyse bu durumda beyninizde o konuyla ilgili çok az bağlantı var demektir. Bu da yeni bir konu öğrenirken başlangıçta zorlanacağınız ve çabuk yorulacağınız, ancak çaba sarf ettikçe işlerin kolaylaşacağı anlamına gelmektedir.



Beynimiz karar verme sürecinde mantıksal akıl yürütmeyle değil, çoğunlukla duygularla hareket etmektedir. Bu sebeple karar verme aşamasından önce kazanılan alışkanlıklar, kararlarımızda zannettiğimizden daha fazla etkili olmaktadır.



Doğru ve Yanlış Bilgiyi Ayırt Edebilmek ve Safsatalardan Korunmak


Başka yazılarda bilginin yenilenme hızındaki artıştan bahsetmiştik. Günümüzde yanlış bilgi sosyal medya platformlarında paylaşımların kolaylaşmasıyla eksiye oranla daha çabuk yayılmaktadır. Bunun sonucunda da doğru ve yanlış bilgiyi birbirinden ayırt edebilmek giderek zorlaşmaktadır. Sırf bu amaçla birçok ülkede eğitim müfredatlarına ‘Bilimsel – Sorgulayıcı – Analitik Düşünme’ ve benzeri başlıklarda konular eklenmiş, doğru bilgiyi yanlıştan ayırt etmeyi kolaylaştırıcı oluşumlar ve gruplar ortaya çıkmıştır. Uzman olduğu konuda konuşan ve kanıtlara dayalı açıklamaları olan, güvenilir kişi ve platformlara, sürekli sorgulayarak ve ifade edilenleri çeşitli mantıksal süzgeçlerden geçirerek yaklaşmak şart olmuştur. İşte bu noktada Safsata kavramı karşımıza çıkmaktadır. Safsatalar ilk bakışta geçerli ve ikna edici gibi görülebilen fakat ayrıntılı incelemeye tabi tutulduğunda kendilerini ele veren sahte kanıtlardır.



Beynimizin Yüzde Kaçını Kullanıyoruz Safsatası!


Beyinle ilgili birçok yanlış inanış var. Bunlardan biri de beynimizin sadece yüzde 10’unu kullandığımıza dair algıdır. “Beyninizi daha çok kullanıp aslında şimdiki halinizden daha iyi olmak ister misiniz?” diye başlayan haberlere veya yazılara sıkça rastlanır. İnsanlar yıllardır beyinlerinin tamamını değil, sadece yüzde 10’unu kullandığını düşünüyor. Birçok bilim insanı bu hurafenin artık değişmesi için çalışıyor.



“Kişisel gelişim” adıyla çıkan kitapların veya bu tarz ilgi çekici konuları işleyen bilim kurgu filmlerinin de bu yanlış inanışta payı olduğu ortadadır.



Beynimizin kullanmadığımız yüzde 90’lık kısmını da kullanmayı öğrendiğimizde daha zeki, başarılı ve yaratıcı olabileceğimiz umudunu beynimizin yüzde 10'unu kullandığımız algısına inanmamızı sağlar. Ama ne yazık ki doğru değildir.



Eğer söz konusu olan beyin bölgelerinin yüzde 10’u ise bu tez çok çabuk çürütülebilir. Nörologlar manyetik rezonans görüntüleme ya da MRI denen teknikle, insan bir şey düşünürken ya da yaparken beynin hangi bölümlerinin harekete geçtiğini gözleyebiliyor.



Yumruğumuzu sıkıp gevşetmek gibi basit bir hareket ya da birkaç kelime söylemek bile beynin yüzde 10’undan daha büyük bir bölümünün harekete geçmesini gerektiriyor. Hiçbir şey yapmadığımızı sandığımız anda bile beynimiz oldukça meşguldür, nefes alma ve kalp atışı gibi fonksiyonları kontrol ediyor ya da yapılacak işler listesini hafızaya alıyordur.



Yüzde 10 oranı beyin hücrelerinin sayısını ifade ediyorsa bu inanış yine doğru değildir. Sinir hücreleri işlevsiz kaldığında ya bozulup ölür ya da yakındaki diğer bölgelerin istilasına uğrar. Yani beyin hücreleri boş boş öylece durmaz. Değerli hücrelerdir bunlar. Kaynak tüketimi bakımından beynimiz büyük bir tüketicidir. Soluduğumuz oksijenin yüzde 20’si beyin dokusunu canlı tutmak için kullanılır.



Peki, biyolojik ve psikolojik temeli olmayan böyle bir fikir nasıl olur da böylesine yaygınlık kazandı? Bu inancın kaynağını bulmak zor. Fakat Amerikalı fizyolog ve filozof William James 1908’deki bir eserinde (TheEnergies of Men) “zihinsel ve fiziksel kaynaklarımızın çok küçük bir kısmını kullanıyoruz,” gibi bir laf etmiştir. Fakat ne beyinden ne de bir orandan söz etmiş, sadece insanın daha çok şeyi başaracağına dair iyimserliğini ifade etmiştir.



Yüzde 10 oranı, Dale Carnegie’nin 1936 tarihli ‘Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı’ adlı kitabının önsözünde geçiyor. Bazıları ise bu rakamın Albert Einstein’a ait olduğunu söylüyor; fakat bugüne kadar böyle bir alıntıya rastlanmamıştır.



Bu yanlış anlamaya kaynaklık edebilecek iki şey daha var. Beyindeki hücrelerin yüzde 90’ı gliyal hücreler adı verilen destek hücreleridir. Bunlar beynin beyaz kısmını oluşturur ve geri kalan yüzde 10 oranındaki nöronlara, yani asıl düşünme işini gerçekleştiren gri kısma fiziksel ve besinsel olarak destek olur.



Bir de beyin taraması sonucu olağanüstü ilginç özellikleri ortaya çıkan hastalar var. 1980’de John Lorber adlı bir İngiliz çocuk doktoru Science dergisine yazdığı bir makalede, bazı hidrosefali (beyinde su toplaması) hastalarının yeterli beyin dokusu kalmadığı halde hala işlevsel olduklarından söz etmişti. Bu elbette sağlıklı olanların beyinlerini ekstra kullanma yeteneğine sahip oldukları anlamına gelmiyor; sadece olağanüstü durumlara adapte olmanın örnekleri olarak gösteriliyor.



Aklımıza koyduğumuzda yeni şeyler öğrenebileceğimiz ve bunun beynimizin yapısını değiştirdiğine dair veriler var. Fakat söz konusu olan beyinde yeni alanlar bulunması değildir. Beyinde sürekli olarak sinir hücreleri arasında yeni bağlantılar oluşur ya da artık ihtiyaç kalmayanlar ortadan kalkar.



İlginç olan şu ki, bu inanışın doğru olmadığı söylendiğinde insanlar büyük bir hayal kırıklığına uğruyor. Yüzde 10 oranı, içerdiği gelişme potansiyeli bakımından çok cazip geliyor olmalı. Ama ne yazık ki bu potansiyel beynin kullanılmayan bir kısmında ortaya çıkmayacak.


“Yani daha yaratıcı olmak için yeni şeyler denememiz, en kolay yoldan kaçınmak için kendimize meydan okumamız, sınırları zorlamamız, ne çok yeni ne de çok alışıldık şeyler yaratmamız, ortasını bulmamız gerek. Bunları yaparak daha yaratıcı olmayı öğrenebiliriz.”

David Eagleman


Sağ Beyin Sol Beyin Safsatası!


Google'da "sağ beyin eğitimi" diye aratırsanız neredeyse yarım saniye içerisinde milyonlarca sonuç sonuçla karşılaşabilirsiniz. Bu safsatanın temeli aslında beynimizin sağ ve sol lobunu iki ayrı kutup gibi ele alınmasına dayanır. Sol beyin genellikle rasyonel, mantıklı ve analitik olarak değerlendirilen zekâyla ilişkilendirilirken; sağ beyin ise daha çok sanatsal, yaratıcı ve duygularla ilişkilendirilen bir yarım küre şeklinde etiketlenir.



Bu tarz sağ ve sol beyin etiketlemeleri de bir takım "uzmanların", insanları onları beyin yarım kürelerine dayanarak sınıflandırabilmesinin önünü açar. Biraz resim kabiliyetiniz varsa derhal "sağ beynini daha iyi kullanıyorsun" etiketini yemeniz; işlem yapabilme kapasiteniz göze çarpıyorsa "sol beynini daha iyi kullanıyorsun." etiketi yemeniz neredeyse kaçınılmazdır. Bu yaklaşıma göre sanatçılardan yazarlara kadar duyguların baskın olduğu herkes sağ beyinlidir.



Sol beyinlilik ya da sağ beyinlilik ifadeleri popüler kültürde oldukça yaygındır. İş dünyasında, "sol beyinliler" akılcı ve mantıklı çözümlerine yönelik iltifatlar alırken benzer şekilde "sağ beyinlilik" yaratıcı ve duygusal olmayla eş anlamda kullanılır.

Fakat ne var ki "yarım kürelilik" ifadesi popüler algı tarafından büyütülüp beslense de bilimsel anlamda ortaya konmuş bir durum değildir. Nobel Fizik Ödülü'nün kazananlarından tutun da edebiyatta Pulitzer Ödülü alan yazarlara kadar herkes herhangi bir görevi gerçekleştirirken beyninin her iki yarım küresini de birlikte kullanır. Hatta insanların sağ ya da sol beyinli olarak ayrıştığı safsatası henüz 1980'lerde bilimsel literatür tarafından çürütülmüştür.



Örneğin, bir resim yalnızca sağ beyninize gösterilirse (bilgisayar-temelli teknikler ile kolaylıkla yapılabiliyor) bu bilgi 20 milisaniyede (saniyenin 200'de biri bir zamanda) sol beyninize taşınıyor.



Bu gerçekliğe rağmen, sağ/sol beyin eğitimi programları halk arasında popülerlik kazanmaya devam ediyor. Bu durum şaşırtıcıdır, çünkü beyninizin yalnızca bir yarısını eğitebileceğinizi gösteren hiçbir bilimsel delil bulunmamaktadır. Böylesi bir girişim, birbirine son derece bağlı ve sürekli olarak da iletişim halinde olan iki beyin lobu için neredeyse imkânsızdır.



Öğrenme Stilleri Safsatası!


“Her öğrencinin öğrenme tarzı farklıdır ve biz öğrencilerimizi öğrenme stillerine göre eğitiriz.”


Yukarıdakine benzer içerikte bir cümleyi büyük ihtimalle duymuş ya da okumuşsunuzdur. Öğrenme Stili RitaDunn ve KennethDunn tarafından 1967’de ortaya atılmıştır. Sonrasında daha etkili öğretme ve öğrenme için alternatif arayanlar; öğrencilerin görsel, işitsel ve dokunsal öğrenme stiline sahip oldukları anlayışını sürdürmüş ve bu konuda binlerce makale, yüzlerce kitap, onlarca eğitim programı ve öğrencinin öğrenme stilini ölçtüğünü iddia eden birçok test ve ölçek ortaya çıkmıştır. Ancak araştırmalar öğrenciye gösterilen özel ilginin yarattığı plasebo etkisinin (etkisiz, telkine dayalı olumlu sözde etki) ötesinde bilimsel açıdan anlamlı bir fark bulamamış ve kavramın bilimsel temeli kanıtlanamamıştır. Yani öğrenme stili konusunda yıllarca yapılan araştırmalara rağmen kanıtlanmış bir sınıflama yoktur. Öğrencilerin öğrenme stillerini ölçmek konusunda kanıtlanmış bir yol bulunamamıştır. Öğretmenin tarzının öğrencinin tarzına uygunluğunun da başarıyı artırdığının kanıtı bulunamamıştır.



Hızlı Okuma Safsatası!


İnsan gözünün anlamayı da önemseyerek tam lineer okumayla (yani hiçbir şey atlamadan) blok blok, bütüncül görerek dakikada 1350 kelimenin üzerinde görmesi mümkün değildir. Kişinin bu hızlara ulaşması bile çok fazla çalışma gerektirir. Kişi atlayarak bazı yerleri okumadan geçerse o zaman dakikada 2000 - 3000 kelime okuduğunu iddia edebilir. Ancak bu kez de anlama oranı oldukça düşer. Anlamanın önemli olduğu sınav vb. hazırlıklarda dakikada 1350'nin üzerinde okuma iddiası bir fiyasko olur. Tabii rekor denemelerinde anlama oranı çok önemlidir. Dolayısı ile 2000 - 3000 kelimelerle de (anlama oranı düşük olduğu ve sınırın altında kaldığından) böyle bir rekor mümkün değildir.



Dakikada 15000 kelime okuduğunu ve anlama oranının da % 100 olduğunu iddia eden kişiler çıkabiliyor. Dakikada 15000 kelime okumak demek, sayfasında ortalama 200 kelime olan bir kitapta dakikada 75 sayfa okumak demektir. Bu, bırakın okumayı, fiziksel olarak saniyede 1,25 sayfa çevirmeyi gerektirir ki imkânsızdır. İsterseniz, bir dakikada hiç okuma yapmadan bir kitapta sadece 75 sayfa çevirmeye çalışarak bunu test edebilirsiniz.



Yapacağınız alıştırmalarla iç sesinizle okumayı bırakıp göz kaslarınızı ve okuma alışkanlıklarınızı geliştirerek belli bir oranda hızlı okumanız mümkün. Ancak yapılan araştırmalar hızlı okumanın, tam anlamıyla anlayarak okuma olmadığını ve iç ses ile okumanın anlamayı artırdığını ortaya koymuştur. Anlaşılan o ki birkaç saatlik kurs alarak ve benzeri aktivitelerle hızlı okuma alışkanlığı kazanmak mümkün değildir ve özellikle sınavlara hazırlanan kişilerin gerçek ihtiyacı da (bunu sağlamak için gerekli çalışma süresi göz önünde bulundurulduğunda)tek başına dakikada okuduğu kelime sayısını artırmak değildir.



Uykuda Öğrenme Safsatası


Uyurken öğrenmek eskiden beri herkesin hayalinde olan bir şey. Uykuda öğrenmeyi savunan görüşler çoğunlukla uykunun hipnoz hali gibi bir hal olduğu yönündeki yanlış inanışlara dayanmaktadır.



Uyuyan beyin boş durmaz. O gün yaşadığı deneyimlerin anıları, bu anıların ilk oluştuğu beyin bölgesinden (hipokampüs) uzun vadeli hafıza depolaması yapılan kortekse gönderilir. Uyku ayrıca öğrendiğimiz şeyleri genellememize yardımcı olur, böylece bu yeni becerileri yeni durumlara uygulama esnekliği kazanırız. Yani uykuda yeni beceriler öğrenilemese de gün boyunca öğrenilenlerin pekiştirilmesi olanaklıdır.



Uyurken yeni bir beceriyi sıfırdan öğrenmek mümkün değil; ama hafızayı güçlendirmek olanaklı. Uyku sırasında beynimiz önceki günün anılarını işleyip pekiştirir. İşte bu süreci daha etkili kılmak mümkündür.



Bazı araştırmacılar, öğrenme çalışmaları sonrasında rüyanın görüldüğü uyku bölümlerinde (REM dönemlerinde) uzama olduğunu bildirmişlerdir. Beyin öğrendiklerini rüyada tekrar ediyor olabilir. Ancak hiç bilmediğiniz bir konuyu (örneğin dinleyerek) uyurken öğrenmek mümkün değildir. Bu sebeple ders çalıştıktan sonra telefonla uğraşmak yerine uyumayı tercih etmek birçok açıdan faydalı olabilir.



Bu bölümde safsatalara dair verdiğim örneklerden de anlaşılacağı üzere, doğru bilgiyi bulmak ve kullanmak öğrenme sürecimizde bizi yanlışlardan koruyacak ve hedefimize giden yolda başarılı olmamızı kolaylaştıracaktır.



Aynı Anda Birden Fazla İşi Yapabilme (Multitasking) Safsatası


Kuşaklar arası farklara vurgu yapılırken özellikle Z nesli adı verilen, 2000 yılı ve sonrası doğan kuşağın internet teknolojisinin içinde yaşaması ve onsuz bir hayatı bilmemesi nedeni ile önceki kuşaklardan farklı oldukları iddia edilmektedir. Bu farklardan birinin de internet ile sürekli iç içe olduklarından aynı anda birden fazla konu ile ilgilenebilme yeteneklerinin gelişmesi olduğu ve bu yönleri ile önceki nesillerden önemli şekilde farklılık gösterdikleri söylenmektedir.


Çoğu öğrencinin pek çok şeyi aynı anda yapma alışkanlıklarına okul hayatlarında da özellikle ders çalışırken de devam ettikleri görülmektedir. Sorulduğunda aynı anda müzik dinleyip telefondan arkadaşları ile sohbet ederken bir yandan da derslerini çalışabildiklerini söylemektedirler.



Gerek Avrupa gerekse ABD’den bilim insanları bu iddiaların gerçekten doğru olup olmadığını araştırmak için son yıllarda bir dizi çalışma yapıp iddiaların tersine, yeni nesillerin aslında her şeyi aynı anda yapabilen insanlar haline dönüşmediklerini göstermişlerdir.



Yolda yürürken elimizde bulunan tostu yerken aynı zamanda yanımızdaki kişi ile konuşabilir ya da araba kullanırken kaloriferi ayarlayıp bir taraftan da müzik dinleyebiliriz. Ama dikkat edilirse bu işlemler beyin araştırmacılarının otomatik davranışlar adını verdikleri davranışlardır. Yani biz yürürken adımlarımızı planlamak zorunda değilizdir, beynimiz bunu otomatik hale getirdiği için yürüme işlemini fazla düşünmeden gerçekleştiririz.



Ne yazık ki öğrenciler bunu yapabildiklerini söyleseler de araştırmalar konsantrasyon gerektiren birden fazla işi aynı anda yapmanın öğrenme sürecinin kalitesini düşürdüğünü göstermektedir. Örneğin, sınıfta dersi dinlerken bir yandan başka şeylerle de uğraşan öğrencilerin notlarının düşük olduğu raporlanmış. Okuyup karşılaştırma yapılması gereken bir sınavı sessiz ortamda alan öğrencilerin aynı testi gürültülü ortamda alanlara göre daha başarılı olduğu görülmüş. Bunlara paralel olarak, ders çalışma esnasında mesajlara cevap vermek ya da sosyal ağda dolaşmak akademik başarıyı olumsuz etkilemektedir. Böyle durumlarda birden fazla şeyi aynı anda yapmaya çalışmak dikkat dağılmasına neden olmaktadır.


Bunun altında yatan en önemli neden, beynimizin prefrontalcortex adı verilen bölgesinin karmaşık bir işlemle uğraşırken basit ve anlık da olsa başka bir işlem üzerine dikkatini çevirmesinin bu bölgenin performansını düşürmesidir.



Örneğin matematik problemi çözerken bir yandan da arkadaşlarının mesajını okuyan bir öğrencinin beyni o anda bir görevden diğerine geçiş yapmaya çalışmaktadır. Bu geçiş işlemi tekrar tekrar konsantrasyon gerektirdiği için öğrenci ya o işlemi daha uzun sürede çözmekte ya da fark etmeden dikkati dağıldığı için problemdeki kritik noktaları gözden kaçırmaktadır.



Öyleyse Nasıl Öğreneceğiz?


Yeni bir şeyler öğrenmek kolay değildir. İnsanlar genellikle bu durumu zekâya ve ilgiye bağlama eğilimindedir. Çok zeki olduğu için başarıyor düşüncesi yaygındır. Öğrenmede zekânın elbette rolü var. Ancak zekâ, başarı için yeterli bir ölçü değildir.



Öğrenmek zaman ve çaba gerektirir. Günümüz yaşantısında birçok şeyin kolay ulaşılabilir olması, her konuda kısa zamanda sonuç alabileceğimiz veya basit birkaç uygulama veya teknikle hedefimize ulaşabileceğimiz yanılsamasını beraberinde getirmiştir.



Öğrenme sürecinizde bütün imkânları kullanmaya çalışmalı; yüz yüze veya uzaktan öğrenme metotlarıyla, bilgisayar, cep telefonu ve diğer cihazlar yardımıyla, görsel, işitsel veya dokunsal (kinestetik) tüm uyaranlarla zenginleştirilmiş, akılda kalıcı bir süreç şekillendirmelisiniz.



Verimli çalışma ve zaman yönetimi tekniklerini bilen ve uygulayabilen, kendi çalışma ve dikkat süresini keşfetmiş, çözebildiği soru sayısının farkında olan ve bunları aşamalı biçimde artırmaya çalışan, sınav ve eğitim sistemini öğrenmiş, hedefi olan, çalışma programını ve kariyer planını gelişmelere göre güncelleyebilen ve tüm bu süreçlerde konunun uzmanı kişilerden yardım almayı bilen, ancak asıl sorumluluğun kendisinde olduğunu bilen bir kişinin başarısı elbette şans, mucize, rastlantı veya kader olmayacaktır.

Öğrenmenin, zihne bilgiler doldurmak anlamına gelmediği de unutulmamalıdır.

Başlıklar halinde ifade edecek olursak:

  • Verimli çalışma ve zaman yönetimi tekniklerini bilen ve uygulayabilen,

  • Kendi çalışma ve dikkat süresini keşfetmiş,

  • Çözebildiği soru sayısının farkında olan ve bunları aşamalı biçimde artırmaya çalışan,

  • Sınav ve eğitim sistemini öğrenmiş,

  • Hedefi olan,

  • Çalışma programını ve kariyer planını gelişmelere göre güncelleyebilen,

  • Konunun uzmanı kişilerden yardım almayı bilen,

  • Sorumluluğun kendisinde olduğunu kabul eden ve bu sorumluluğu alan bireyler, başarılı olma yolunda ilerleyecektir.



Çoğu öğrenen; yaşı, konumu veya öğrenmek istediği şey ne olursa olsun sihirli bir formül, mucize bir öğretmen, harika bir program, süper bir teknik arama eğilimindedir. Başarı ise küçük ve doğru adımları sürekli atabilmek, planlı ve ısrarcı olabilmek, zorluklara göğüs gererek, yılmadan ama yanlışlardan ders alarak ilerleyebilmektir.



Özgün Ergin

Uzman Psikolog

14 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page